Kısa Bir Süre

-
Aa
+
a
a
a

The New Yorker

 

1 Şubat 2010

Kuzenim Maxo öldü. Haiti’ye her gittiğimde kaldığım, yuva dediğim ev üzerine çöktü.

Maxo 4 Kasım 1948’de, üç gün süren sancılı bir doğumla açmıştı gözlerini dünyaya. ‘‘Sanki,’’ derdi Denise yengem, ‘‘Sanki üç gün boyunca onu gözlerimden dışarıya fırlatmaya uğraştım durdum.’’ Yengemin sağ kaşının  hemen altında kocaman bir yara izi vardı. Doğum esnasında, acı artık katlanılmaz olduğunda,  tırnaklarını yüzüne geçirmişti. Bir daha doğum yapmadı.

Maxo,sık sık anne ve babasının doğum gününü hiç kutlamadıklarından yakınırdı. ‘‘Dalga mı geçiyorsun sen?’’ derdim yengemi savunup, ‘‘Kim böylesine çileli bir tecrübeyi hatırlamak ister ki?’’ Şaka bir yana, bu durum onu fena halde üzerdi. Büyüdüğümüz ve artık yerle bir olan, son derece fakir Bel Air’de yaşayan çocukların zaten o kadar azı doğum gününü balonlar ve pastalarla kutlardı ki. Maxo yine de bunu kafasına pek bir takardı işte.

Delikanlılık yıllarında Maxo’nun en sevdiği yazar Jean Genet idi. “Les Nègres”i (Zenciler) defalarca okumuştu. Oyundan şu cümleler geliyor şimdilerde sık sık aklıma; ‘‘Şarkınız çok güzeldi ve acınız beni onurlandırdı. Ben yeni bir dünyada yeni bir hayata başlayacağım. Eğer olur da dönersem, size neye benzediğini anlatırım. Koca kara ülke, sana veda ediyorum!’’

12 Ocak 2010’dan, Haiti’yi 7.0 şiddetinde bir deprem vurduktan iki gün sonra, CNN’de haberleri izlerken, erkek kardeşlerime Maxo’nun şimdi Anderson Cooper’ın arkasından çıkacağını ve görevi devralacağını söylüyordum.

Pek bir numaracıydı Maxo. Ne isterse elde ederdi. İster para, ister güzel sözler, aklınıza ne gelirse. Sadece ‘‘Seni sevdiğimi biliyorsun’’ derdi, ‘‘Seni Seviyorum. Seni Seviyorum.’’ Ailemizin New York’ta yaşayan üyeleri üzerinde her zaman etkiliydi bu sözleri. İster arada bizi ziyarete gelmiş olsun, ister Haiti’den arayıp envai çeşit projeleri için maddî destek istiyor olsun, her zaman işe yarardı söyledikleri, istediğini alırdı.

Ondan en son depremden üç gün önce haber almıştım. Telesekreterime mesaj bırakmıştı. Ailemizin memleketi olan Léogâne’ın dağlarında küçük bir okul yaptırmak için para topluyordu. Bundan öncesinde de arayıp mahalleden birinin öldüğünü ve tabut için paraya gerek olduğunu söylemişti. Bağırışla kahkahanın birbirine karıştığı sesi ile Maxo, ne zaman bir şey istese, bu isteğini yerine getirecek kişi sanki başkasına değil de kendine iyilik yapıyormuş gibi konuşurdu.

Seksen bir yaşındaki bakan olan Joseph amcam, bir çete kendisini ölümle tehdit ettiği için 2004 yılında Haiti’den ayrıldığında, oğlu Maxo da yanındaydı. Beraber Miami’ye gelmişlerdi ve siyasi sığınma hakkı elde edeceklerini umuyorlardı. Onun yerine İç Güvenlik Bakanlığı  tarafından gözaltına alındılar ve gözaltı süresince birbirlerinden ayrıldılar. Maxo babasını sonunda görebildiğinde, doktorlara tercümanlık yapmak için çağrılmıştı. Doktorlar, hem ağzından hem de boynunda açılan bir delikten kusan amcamı hasta numarası yapmakla suçluyorlardı. Ertesi gün amcam öldü. Maxo da serbest bırakıldı. Elli altıncı doğum günüydü. Babasının acısı az da olsa hafiflediğinde, ‘‘Annem ve babam hiçbir zaman güzel bir doğum günüm olsun istemedi.’’ diye espri yapmıştı.

Maxo, sığınma talebine olumlu yanıt alamayınca, Haiti’ye döndü. Sürekli arayıp ‘‘Ne zaman dönüyorsun?’’ diyen beş çocuğunu özlemişti. Hem zaten sonra babasının yarım bıraktığı işler vardı; Haiti’nin dört bir yanındaki küçük okulları ve kiliseleri denetlemesi gerekiyordu. Döndüğünde gördüğü hayat gaddardı. Yaptığımız telefon konuşmalarında Port – au – Prince’de hayatın ne kadar pahalı olduğundan bahsediyordu. ‘‘Benim için zorsa, bir de diğerlerini düşün.’’ diyordu.

Birleşik Devletler’de gözaltında kaldığı süre neticesinde hapishane koşulları ve Haiti’deki tutukluların hakları gibi konular üzerine kafa yormaya başlamıştı. Bu gibi mevzulara karşı daha bir duyarlıydı artık. Sık sık arar, Ulusal Hapishane’ye götürmek için yiyecek alacağını söyleyip para isterdi.

Belki de bu cömertliği yüzünden, bir de üzerine Haiti’ye özgü o kibarlık ve müşterek yaşama olan inanç eklenince, herkes 12 Ocak günü üzerine çöken dört katın altındaki Maxo’yu, eşini ve çocuklarını aramak için enkazı durmaksızın kazdı. Ailesi, arkadaşları, hatta onu hiç tanımayan insanlar bile durmaksızın enkazı kazdı durdu. İki gün sonra eşini ve çocuklarından birini, on yaşındaki Nozial’i yıkıntının altından çıkarmayı başardılar. Hiç umut kalmamış olsa bile kazdılar. Onu ve onunla beraber ölenleri, o yıkıntının içinden çıkarmak için uğraştılar. Kimler mi vardı enkazın altında; okuldan döndükten sonra ders alan bazı öğrenciler, öğretmenler, çocuklarının okul durumunu konuşmak için uğramış bir kaç ebeveyn. Hiçbir zaman kaç kişi olduklarından emin olamayacağız.

Maxo’nun bedenine ulaştıkları gün, gelen telefonla az da olsa heyecanlandık, sevindik. En azından sonsuza dek bir enkazın altında kalmayacaktı. En azından toplu bir mezara gömülmeyecekti. Aslına bakarsanız, bunu dert edeceğini de sanmam. ‘‘Herkes törenlerden mahrum kaldı,’’ derdi büyük ihtimalle, ‘‘Benim de bir cenazem olmasa ne olur ki?’’

Maxo’nun cesedi çıkarılıp teşhis edildiği zaman, cep telefonları da nihayet çalışmaya başlamış, umutsuz sesleri aceleyle de olsa bizlere ulaştırır olmuştu. Bir kuzenimin kafasında hâlâ kanamakta olan derin bir yara vardı. Bir diğerinin omurgası kırılmıştı, üç saha hastanesini dolaşıp röntgen çektirmeye çalışıyordu. Başka bir kuzenim evinin kapısının önünde uyuyordu ve çok susamıştı. Çocuklardan birisi o kadar korkmuştu ki, nutku tutulmuştu. Eniştelerimden birinin tansiyon hapları yoktu. Çoğu ağızlarına günlerdir tek lokma koymamıştı. Yaşadıkları şehir yerle bir olmuş arkadaşlarımız, akrabalarımız vardı ve biz onlardan  doğru düzgün tek bir haber dahi alamamıştık. 

Telefonda konuştuğumuz herkesin sesi ürkütücü şekilde sakindi. Kimse çığlık filan atmıyor, kimse ağlamıyordu. Hiç kimse ‘‘Neden ben?’’ ya da ‘‘Biz lanetlendik’’ demiyordu. Artçılar devam ederken bile; ‘‘Yeniden sallanıyoruz.’’ diyorlardı. Sanki vaka-i adiyedendi olan biten. Haiti’nin dışındaki akrabalarından haber  almak istiyorlardı, onları merak ediyorlardı. Yaşlı bir akraba ya da bir bebek hakkında, benim bir yaşındaki kızım hakkında sorular soruyorlardı.

Ağladım ve özür diledim. ‘‘Yanınızda olamadığım için özür dilerim.’’ dedim. ‘‘Eğer bebek olmasaydı ….’’

Yirmi iki yaşındaki, neredeyse 1.80 boyundaki kuzenim – Naomi Campbell adını taktığımız dünyalar güzeli kuzenim – aç olduğunu ve civardaki çalılıklarda cesetlerle beraber uyuduğunu söyleyen kuzenim, beni susturdu.

‘‘Ağlama,’’ dedi. ‘‘Hayat bu.’’  diye de ekledi.

‘‘Hayır, hayat bu değil,’’ dedim, ‘‘Ya da en azından hayat böyle olmamalı.’’

‘‘Bu ama,’’diye ısrar etti. ‘‘Hayat dediğin işte tam da bu. Ve hayat da tıpkı ölüm gibi sadece yon ti moman sürer.’’

Sadece kısa bir süre.

 

Yazının İngilizce aslını okumak için tıklayın.

Türkçesi: Çiğdem Dalay